“Vecdin ilimde erimesi, ilmin vecd içinde kaybolmasından yeğdir.” Cüneyd-i Bağdadi

30.03.2011

İzdüşümden An'sımalar



 Ötedeki; çocuk gözümü

Dünyanızda ağladım

Ötedeki; ödünç düğümü

Dünyanızda bağladım


Masalcı; etten duvar ördüğü öğütsel ayinde, çemberin karanlığına çakılan ateş böceklerini gözlerde kırparken, iyileri başrol-ώ­- kötüleri baştacı -ψ- yapıyormuş.
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellâl iken, pireler berber iken ben ninemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken,
               Sen; gecelerin yalnızlık salâsında siluetini içime gizleyen!
Beyaz masalların kara noktalarında yok olmaya var mısın? Adını hiç bilmediğim antik dizelerden kafiyeler haykırıyorum sana, bittiyse eğer satırbaşların, sondan kırık bir noktayı virgül eğle de gel!
Beydeba “Kelile ve Dimne”den La Fontaine’e anlattığı masallarda bir varmış bir yokmuş…

Sahaf; sararmış yaprakların yırtıklarını tek nüshada toplayıp, hayatın bayat deliğine ilikliyormuş.
Vesikalı; volta güzergâhında, hayatın kadın ücrasına taktığı gaddar kancayla, fâhiş beyefendinin lağım kapağını tarifesinde kaldırarak, adının sesli harflerini ıslıklıyormuş.
Lutiyer; sıyırdığı kıymıkları, ıslak bir nefesle bel oyuntusundan f deliğine üflüyormuş.
Çocuk; eline yapışan minnetin pür telâşlı gerçeklerine, Hacivat’la Karagöz’ün siyahî virgüller eğildiği oyunda, boya sandığında gizlediği bâkir umutlar kapısından, üçün biri eller sallıyormuş.
Hoca; alnını koyduğu seccadenin, geç fark edilmiş tersliğini kıbleden biliyormuş.
Şair; hoyratça ah çekerken, vasiyetini bardağın boş tarafına deviriyormuş.  
                            
Taksici; el ensede, taksimetrenin ehliyet ve ruhsatı nakavt etmesine sırıtıyormuş.
Cüzamlı; dökülen pullarından, derin göz çukurlarına iki ders bi güz balıklar işliyormuş.
Ressam; dünyanın kaç bucak olduğunu, palet cömertliğinde tuvale fırçalıyormuş. 
Kedi; sıcak ciğer ziyafetini, balkondaki güvercinin kanatlarıyla soğutuyormuş.
Hurdacı; kabir azâbını, eskimiş kunduraların çevirdiği pedallardan öğreniyormuş.
Mehmetçik; simülâtif harpların karın ağrılarını kuru fasulyeden çıkarıyormuş.
Bebek; meme ucunda kaşıdığı damağından, okul mendiline hevesli süt dişler çıkarıyormuş.
Fizikçi; düşeş zarın olasılığını hesaplarken, 6’nın kumarcı değil, tetikçi olduğunu not ediyormuş.
Sinek kuşu; an’da 50-80 kez çırptığı kanatla, Peter Pan’e U dönüşüyle pike yapıyormuş.
Grafiti; isyanı kurşunî hızda püskürtürken, yüzü yeraltını duvara karşı üsteliyormuş.
Gazeteci; faili meçhul cinayetlerin esrarını çekerken, gazeteleri k-ayıp örtmekle suçluyormuş.
Bıçak; kör sırtını, ustasının el emeğinde, keskinliğini veresiyelerde biliyormuş.
Güvercin; şehrin talihli omuzlarına, elektrik dizeğinden 4/4lük taziyelerde bulunuyormuş.
Terzi; sanatkârlığın söküğü dikilemez lâfını iğne deliği kısıklığında heyhey’lerle paylaşırken, tutmayan dikişlerini modaya uyduruyormuş.
Aktar; Sultan Ahmet’in avlusunda şakağından sakalına sürdüğü teri, papaz otu şurubuyla harmanlıyormuş.
Neyzen; nefs alıp, soluk verdiği âcizane aşikârda ilâhi’yle hasbıhal ediyormuş.
Saat; akrebin zıkkım iğnesini, yelkovan yönünde an’larca defa çıkmaza sokuyormuş.
Kitap; öğütlük lâflarında, kişisel kara deliğinden umumiyetle anahtarlar fırlatıyormuş.
Dilenci; avuç içi avuntularından, yalnızlığa verdiği bahşişleri çıkarırken hayatla bağdaş kuruyormuş.
Memur; kravatla tutunduğu dengede, dümdüz yolların delik adımlarından taş çıkartıyormuş.
Bisiklet; ayak kanatların, yokuşa sürdüğü tutkuda, şaha az kala, arka lastik freniyle matlanıyormuş.
Kum saati; deniz tuzunu dual an’lam camından alta doğru sızdırırken, bugünde dünü yarım kalmışlara, yarın da dolmuş zamanlar ayarlıyormuş.
Posta kutusu; müstakil yalnızlık katında, güvercinin ısıttığı mektuplardan teleskopik uzaklıklar dürüyormuş.
Simsar; ellerini cepkeninde ovuştururken,  şehre inmiş yaban domuzlarıyla hile değişip kafatası tokuşturuyormuş.
Lâmba; kusurların gölgelendiği oyunda, aydın giyimli karanlık gözlerin kaçamak kırptığı cevapları, kusurlu radar odalarından kapı eşiğine sızdırıyormuş.
Çoban; koyunları sıra sıra dağlarda gözü gibi güderken, kavalın delikleri gökyüzünü dikizlediğinde, sağdıç köpekler kepeneğe bürünüyormuş.
Kız; kırmızı rujunun kenarlık gölgesinde, küt saçlı çocuğa attığı son kazığı tekrarlarken, sol yanağına oturan derin gamzeyi ücra gözlerde gülümsüyormuş.
Ayna; hipnoza uğrayan yansımaları, yüzlerin iç odağında kristalize ederken, çocuk yüzde patlayan flaşla gözyaşlarını uyandırıyormuş.
Sigara; an’da aceleyle inzivaya çekilirken, bırakılan dudak payındaki intiharı tutuksuz yargılıyormuş.
Sarraf; zenginliğin açık ara bollaştığı kıtlıkta, som bedelleri 14 ‘e ayarlarken, dilenci avuçların sır tuttuğu âb-ı hayâtı, bakır taslı mermerin oyuk harflerinden sızdırıyormuş. 
Yılan; küçükken ayaklarla ezilen başların, büyüdüğünde baş olan ayaklar ormanında, alçak sürünen kıvrımlı tuzaklarla, kızıl kursaklara ettiği sevinç zerkinin mor ötesi öçlerini alıyormuş.
Çöpçü; karanlığın ağır kokusunda, uyuyan güzellerin vardiyasını, sönmeyen bekçilerin ıslığından emanet alıyormuş.
Kelebek; zar kanatların üç günlük mükemmelliğinde, el işçiliği taze renklerinden, geçici güzellik iksirleri serpiştirirken, kısa zamanda uzun ayaklı yaşamlar tadıp kanatlarının yer-gök arası zayıflığını mucizeye döküyormuş.
Irmak; derin akıntıların, şeffaf kıyılara vurduğu sığ sularda, kanatları bulutlarda çağlayan bir çocuğun gözlerini rahmetle ağlıyor, O ki; avuçlarında taşıdığı çocuklarını, kirpiklerinden kavrayıp kucağına alıyorsa, sevgisinde öldürüp aydınlığında diriltmeye cemrelerce ant içiyormuş.
Deli;  yel değirmenlerinin gölgesine açtığı dev savaşta, akıllının güneş çorağında inşa ettiği kumdan kaleyi, yılkı atının yelesinden savurduğu şövalye kılıcıyla fethediyormuş.
Memleket; inadına yokuşa sürgün verirken, emaneten bağladığı sağlam kazıkta eşeklerle çakalları hususi hoşaflarla besliyormuş.
Park; çocuk tımarhanesini, oyuncak seslerle ana dilinde konuştururken, rengârenk gözlerin kiri; siyah ve beyazı, öte-dünyadan seslendirilen boğuk cümlelerde, matrix- fetüs arası sonsuz km. kanat gücüyle, “neden” üzerine sakız aromalı takıntılar esneten fantastik çocuklara ev sahipliği yapıyormuş.


Kadın; ödipal kahkahaların zevkini, dil ucunda beslediği aftlardan çıkarırken, gölgesine sığındığı ulu anaç’a oğullar yaratıp kızlar doğurduğunda, incir yaprağından savurduğu pençelerle dişil avların gözlerini, kürkünde biriktiriyormuş.
İntihar; bazen bilinmeze çekilen restin huzursuz bıraktığı leş yüzleri, bazen de hafif hayatın işgüzar yüklerini pahalıya sürdüğü kararlı işleri andırıyormuş.
Karga; beyaz olmanın dayanılmaz hafifliğine karşı, 200 yıldır giydiği hakim yaka siyah frakla, çatı baca arasında cirit atarken, martıların doyumsuz tabiatları üzerinden nemalanıp, ona atılan iftiraları zekice yalanlıyor, söz konusu ceviz politikası için de üstü kapalı tüyolar veriyormuş.
Dejavu; masal dakikaların ilerlediği zamanda atılan adımların geri vites takıntısını,  an’da çoğalma izlenimiyle bilinçsiz gözlere yanılma hakkı tanıyormuş.
Çarmıh; teslis çoğunluğun ortasındaki mono günah keçisinin, azap yerlerine aşka talip çiviler saplayarak, başın sağ cenahta kutsal babayla kavuşmasına pozitif bakıyormuş.
Koku; prehistorik ormanların vahşet-i terfîsini, 6 milyar primat ordularına etmesinden bu yana, sosyal hayvanlık paylaşımında kuyruksallayanlara istinaden misk-i amberini köşelere bırakmadan geçmiyormuş. 
Müzik; hafızaların ilklere adadığı ezgileri ağır aksak yalnızlığın karın boşluğuna fısıldarken, O’nla ürpermenin en yollu gidişinde eller sineye cepken çekilmeyi, azâbın kısık sözlü ritmiyle nakaratlıyor, O’na meyil yüz sürmenin en yürek kemiğini sıradaki istekte parçalıyormuş.
Talebe; haytalıkla zorbalık arasında ortanca ilan edilmenin kaçınılmaz rahatsızlığını, başıboş fikirlerle sıra arasında oluşan çekim yasasıyla dindirirken, tümsek yüzlü dev aynada platonik kusurlar sevip, kronik dalgalanmalar yaşıyormuş.
Köpek; zevkle sakladığı kemiklerin toprağını eşelerken, ne aradığını unuturcasına kazdığı serin çukurda, gövdesiyle dayandığı insan kucağından daha derin şükranlar duyarak yattığında, ıslıklarla aynı anda inleyen huzurun şaşkın kulaklarını sahibinin gözlerine dikiyormuş.
Koleksiyoncu; tarihin doğurup sokağa attığı başıboşlarını, eski diye başucu yakınlığında değerlerken, antik düşünürlerin çöpe attığı samanlı hallerin hülyasına derin muhabbetler besleyip, burnu ve kulakları aynalarda boy atarken, çocukluğunu arşivin ilk cilt tazeliğinde çürütüyormuş.
Tımarhane; akıl yaşların delibaşlarda çıkan sessiz kendiliğini ölçerken bozduğu asaplar, tek elden çıkma mahkûmluk gömleklerin terzisini bir yerlerde sıkıştırma olasılığına duyulan şevkle, beyaz yakalıların suratlarında beliren öteki yaftasını duvara tükürüp, normalin kendisine biçilen pahadan bi haber olduğunu hatırlatarak, düşmüşlüğe üşüşen tıp yılanlarının kurduğu sayısal düzene deliliği kökleyerek katlanıyormuş.

Arkeolog;  fırça dokunuşlarıyla ettiği ince tahrikten habersiz, prehistoriklerin de cansı hisler taşıdığını göz ardı ederek, nefesi nefesine karışan tarihin toprak altına sızan aydınlığa duyduğu platoniği anlayabilmesine imkân tanımayan ölü ellerin, ustalığından söz ediyormuş.

Vapur; Arşimet’in bağıra çağıra hamamı bilime kattığı bakır taslı tarifsiz icattan bu yana, toprağı ve havayı yokluğunda, ateşi varlığında söndüren bereketin kaynağına muhalif dururken, yolcuların içlerinden kalkan seferî dümeni, avuç içi çizgilerinde bir sağa bir sola sallıyormuş.
Sek sek; okul tahtasından ödünç alınan tebeşir yüklü mikro füzelerin, mahallî kaldırımlara açtığı savaşı, istilâ haritası üzerinden çocuk adımlarla izlerken, tek ayak sekilen 8 rakamın kuralını evrensel kılan şeyi düşündüğünde, 1-2-3-4-5-6-7-8 diye çıkılan yolun dönüşünde, 6’nın 9, 3’ün ise Єpsilon indiğini fark ediyormuş.
Karınca; beden ağırlığından daha cömert erzaklar yüklenmeyi bir borç bilirken, bilinmezin engebeli yollarında sarf ettiği ibret-i gayretini toprak oyukların kıble yönünde paylaşıp, ailevi rızkını bireysel kahramanlık tünelinde zaman mevhumuna takılmadan biriktiriyormuş.
Yalan; kimi ağızların soy kütüğüne çakılan isimden, kimilerinin de hamuruna karılan dilden atıp tuttuğu tuhaf sözleri, yırtılan kefenlerde teneşirle paklıyormuş.
Hapishane; mikro ölçekli hiyerarşinin badi yatağında düşman sevmeyi adet edinirken, Dışarıda cömertçe kullandığı eli kapana kısan volta adımların, id’i kökleyerek iktidar vahşetinde mühimmat tezgâhladığı satışlarda, gariban yüzlere dolanan üçkâğıdı, bulsan da karayı aldın nanayı dalgasıyla geçiriyormuş.

Eşcinsel; deliksiz hayattan delik sorunsalları edinirken, ödipal cinayetlere kurban verildiğinden habersizce sevdiği annesini, bugün baş tacı yapacağından hiç şüphe duymuyorken, bir bedende yaşayan iki kişi çeyiz sandığına tıkılıp anahtar deliğinden ilişkiler kurduysa yarın işlenecek en büyük günahı, bilinçaltından korkuyla eşdeğer kusacak ve tanrıçayı kendi zehriyle en kutsal yerinden hançerleyerek onun bıraktığı yerden monarşi kuracakmış.
Göz; öte dünyanın yürekle bir açtığı kapıdan cenah seçerken, ince kırmızıçizgide safını lâyıkıyla oynamayanları mim radarında işaretleyip, grinin dalkavukluğuna yüz sürenleri sınır dışı ederek beyaza çalınan lekeleri siyaha teslim ediyormuş.
Mor; renk kalabalığında uzun süredir suskun görünüp, yeraltında siyahla toprak sahipliği sürerek illegal işlere muhalif seçilirken, cesaretle korkunun uç noktalarında melankolik kanatlar çırptığında, diğer renkler cennet ve cehennemle plâtonik, o mitoloji ve metafizikle kronik aşk yaşıyormuş.
Ateş; arınmanın beden dilini temsilen suyun mızıkçı acelesine verdiği öğüdü, ruhani zeminlerde yok edip havaya bahşiş savururken, gücün yanan yüzünü toprağa bağışlayıp, zarsı tözlerini gözün bebeğiyle kundaklıyormuş.
Hırsız; ele avuca sığmaz ihtiyaçlarla çat kapı kilidinden günahsız delikler zorlarken, çalma tutkusuna karın doyurmaz sırtlanmaları, acayip hayallerle eş seçtiğinde, yabancı yüzlerde ganimet besleyerek sır gibi tuttıuğu elini tiryakilikten sıyıramıyormuş.
Dudak; kokuyu duymadığı yerde etçil kavrayışın tadını almıyorken, yarı ıslak hoşlanma kirpik kısıklığından bir yanın mutlak eğildiği açıyı muhabbetle onaylarken, dil-diş nöbetinin can yakıp şehvet taktığı akışkan alışverişte, kalbin duymadığı gözlere fermuar çekiyormuş.
Radyo; kısık sesli hâlin deliğinden yerel dilli rivayetleri kulaklara ularken, hâne damın bacası lastik dumanlar öksürüp, hanım ninenin yüzü çeyizlik tepsiyle el dokuması kilim şeritleri geçerken, göz ucuyla kestiği sobanın çay ve kaşıkla olan benzerliğine reklam alıyormuş.
Çita; yalnız avlanmayı mecbur kılan hız tutkusunu hırsla coştuğu manevralara borçluyken, doğanın ıskartaya çıkardığı uzak kokunun tatlı sert izinde, ayaklarının yarı uçar sıçramalarından savrulan pençeyi avının şah damarına kilitlediği anda, aşırı süratten örselenen aciz leşini ininde yem bekleyen küçük vahşilere sunuyormuş.
Siyah; kıtlığı, yoksulluğu ve açlığı terazide tartıp,  ölümü müjdeleyen mahşerin dört atlısından üçüncü savaşçısını simgelerken, yeryüzünde aykırı, isyanî ve ruhanî zekânın karanlık paylaştığı gizli localarda kuvvetini geceden alıyormuş.
Aşk; insan yüreklerin aciz kıymet üstünden pazara çıkardığı ciddiyeti, ayna tacirlerinin benlikler yansıttığı göz alıcı oyununda, kamaşan gözlerden esirgediği hiçliğin sır tahminleri sırasında araladığı kapısından, yalnız rengine sâdık kalanları buyur ediyormuş.
Ölüm; azrailin listesine çalınan karayı toprağa serpiştirmeden çok önce, pamuk helvanın dolanması gibi “tahtadan” çubuğa, hayat okulunu sırtta tabut gibi omuzladığımız ömür-ecel yolunda, ağaçsız bir tek öğretiye rastlayamazken, rıhtımda bulutsu merakların da ötesinde beklenen hasrete, fasulye sırıklarından ödünç kucaklar açıyormuş.